Abone ol
Hüseyin Şinasi / İş işten geçmeden…
30 Ekim 2020 günü, İzmir-Seferihisar açıklarında 6,8 büyüklüğünde bir deprem meydana geldi. Sarsıntılara dayanamayan birçok bina, yıkıldı, enkaz yığınına döndü. Yıkılan binaların enkazları altında kalan çok sayıda vatandaşımız hayatını kaybetti veya yaralandı. Çevrede bulunan pek çok binada ağır veya hafif hasarlar oluştu. Yıkılan veya hasar gören binalardaki konutlarda oturan ailelerin eşyaları, binaların altındaki işyerleri kullanılamaz hale geldi. Bu vesile ile bir kere daha, İzmir ve çevresinde meydana gelen depremde hayatını kaybeden vatandaşlarımıza Allah’tan rahmet, yaralılara acil şifalar, işyerleri zarar görenlere geçmiş olsun dileklerimizi iletmek istiyoruz.
İzmir yakınlarında iki hafta önce meydana gelen deprem, ülkemizin deprem gerçeğini gözler önüne serdi. Daha önce yaşanmış kayıpların, acı ve gözyaşının, yoklukların, sıkıntıların tekrar hatırlanmasına, alınması gereken tedbirlerin konuşulmasına vesile oldu.
Dünyanın pek çok bölgesinde olduğu gibi ülkemiz de, büyük çaplı depremler üreten fay hatları üzerinde bulunuyor. Bu topraklarda geçmişte olduğu bugün de depremler oluyor, olmaya devam edecek. Bu nedenle dünyanın birçok ülkesinde olduğu gibi ülkemizin, insanlarımızın da, depremlerle yaşamayı, hayatta kalmayı öğrenmesi gerekiyor.
Şöyle biraz geriye doğru gidelim; ülkemizde yakın denilebilecek bir zaman içinde Gölcük depremi, Düzce depremi, Erzincan Depremi, Bingöl depremi, Van depremi, Hatay depremi, Gediz depremi, Manisa depremi gibi hemen akla geliveren depremler olmuş, yıkımlar, mal ve can kayıpları yaşamış. Sonra her zaman olduğu gibi unutmuş gitmişiz. Daha dün yaşadığımız İzmir depremi ve kayıpları da öyle olacak, unutulup gidecektir. Zira on gün bile geçmeden İzmir depremi televizyonların, gazetelerin gündeminden çoktan düştü gitti. Bu depremde olduğu gibi geçmişte de deprem sonrasında yetkililer çıkmış, “yapacağız”,“edeceğiz”,”tutacağız” türünden konuşmuş, atıp tutmuş gitmiş, geriye yarasını sarmaya çalışan gözü yaşlı, bağrı yanık insanlar kalmıştır.
Bir ülkede meydana gelen deprem, yangın, sel felaketi gibi doğal afet ve savaşların bunca kaybedenin yanı sıra bir de kazananları olur. İnsanların acıları, sıkıntıları yoklukları onların kazanç kapısı, para kazanma fırsatıdır. Onları çevrenize bakınca hemen tanırsınız, tefeci, faizci, stokçu, gözünü para hırsı bürümüş fırsatçıdırlar.
Görüyorsunuz, çok iyi bir şeymiş gibi, pek çok şehrimiz için deprem, sel, toprak kayması, yangın, gibi felaketleri alıp alınlarına yapıştırmışız. Pek çok şeyde olduğu gibi öylesine alışmış, kabullenmiş, ders çıkarmamış, hisse kapmamışız. Bunca depremde ölen ölmüş, kalan sağlar kaldığı yerden yamuk, yumuk, eğri büğrü, biçimsiz, zevksiz, çirkin, kimliksiz, kişiliksiz, derme çatma binalar yapmaya devam etmişiz.
Site, blok, apartman gibi çok katlı binalarda, konutlarda yaşama anlayışı bize son iki yüzyılda, fazlaca etkisi altında kaldığımız batının bir hediyesidir. Selçuklu, Osmanlı döneminde görülen saraylar da İran, Bizans ve Roma uygarlıklarının dayatmalarıydı. Zira apartman sözcüğü dilimize Fransızcadan geçmiş ve benimsenmiş bir kelimedir. Apartman birden çok katı bulunan ev anlamına geliyor. Bir de apart otel şeklinde ifade var. Otel gibi kısa bir zaman, birkaç gün kalınacak mekân olarak kullanılıyor. Aynı şekilde hotel, motel ifadeleri de var.
Eski Türklerde konargöçer bir yaşam tarzında otağ, oba, çadır önemli bir yer tutar. Yerleşik hayatta tek katlı evler, konutlar yine sosyal hayatın gereklerine uygundur. Kimi zaman evler birbirine çok yakın, kimi zamanlar hayatın bir gereği olarak birbirine uzak, sosyal dayanışma, yardımlaşma, konukseverlik gibi hasletler ön plandadır.
Ekonomik, sosyal, kültürel, endüstriyel ve geleneksel anlamda bugün yaşadığımız evler zengin, orta halli ve yoksul evi gibi ayrışmış durumdadır. Gönül isterdi ki, kiminin evi cennetten bir köşeyi andırırken öteki böyle yüksek apartmanlara hapsedilmesin. Bu aziz vatan sathında gecekondu ise hiç olmasın!
Ancak ülkemizin gerçekleri karşısında elimiz kolumuz bağlıdır. Ortalama bir kentte ortalama bir apartman katının fiyatı beş yüz, altı yüz bin liradır. İnsanlar çaresiz, mecburen imkânları nispetinde oturuyorlar buldukları evlerde. İnsanımız, deprem yönetmeliğinden ziyade alabileceği evin fiyatına bakıyor hâliyle. Hakikaten korkunç bir gerçekle yüz yüzeyiz!
Ülkemizde köyden kente göçlerde, şehirleşmede, kentsel dönüşümlerde maalesef ilk düğme yanlış iliklendi ve bugünlere gelindi. Şimdi karmaşık bir kıskacın içindeyiz. Cevap bekleyen soru şu: Deprem gerçeğimiz Demokles’in kılıcı gibi ensemizde sallanırken İstanbul, İzmir ve daha nice şehir, muhtemel bir depremde yıkılacak binlerce çürük bina ile doluyken biz ne yapacağız?
Bu sorunun cevabını deprembilimciler, şehir planlamacıları veriyorlar aslında. Ama bir türlü sonuca gidemiyoruz. Biz şimdi çıkmış depremi konuşur, tartışırken öte taraftan her yerde, nehir yataklarında, dere kenarlarında, ovalarda, tarlalarda, bataklıklarda ve meyve bahçelerinde apartmanlar yükseliyor.
Sadece bu mu?
Ormanlar talan ediliyor, oralarda omuz omuza, sırt sırta siteler yapılıyor! İki buçuk kattan fazla imar izni olmayan bölgelerde bile nasıl oluyorsa artık dört katlı, beş katlı, hatta on katlı binalar yükseliyor! Belediyeyi arıyorsunuz, muhatap bulamıyorsunuz, bulsanız ve bu kat farkı nedir diye sorsanız ona da bir kılıf bulunmuş! Belediyesinden belediyesine değişkenlik gösteren kot farkı! Öylesine istismar ediliyor, öylesine kötü maksatlı kullanılıyor ki hakikaten içimiz yanıyor… Üç katlık kot farkı mı olur?
Tamahkârlık kanımıza iliğimize işlemiş.
Kat farkı, kot farkı, rantiye, şerefiye... derken deprem gelip yapacağını yapıyor. Günlerdir içimiz kan ağlayarak takip ediyoruz. Aileler yok oldu, nice çocuk, genç, kadın, erkek feci bir şekilde hayatını kaybetti.
İş işten geçtikten sonra tutuklanan sorumluları, imar izni vermeden, sahtecilikten tutuklamış olsaydık, depremde bu acıyı yaşatamayacak ve yaşamayacaktık.
Özetle, dilimizdeki güzel bir deyimle bitirelim:
“İş işten geçmeden” (adsbygoogle = window.adsbygoogle || []).push({});
Hüseyin Şinasi; İş işten geçmeden
Hüseyin Şinasi / İş işten geçmeden…
30 Ekim 2020 günü, İzmir-Seferihisar açıklarında 6,8 büyüklüğünde bir deprem meydana geldi. Sarsıntılara dayanamayan birçok bina, yıkıldı, enkaz yığınına döndü. Yıkılan binaların enkazları altında kalan çok sayıda vatandaşımız hayatını kaybetti veya yaralandı. Çevrede bulunan pek çok binada ağır veya hafif hasarlar oluştu. Yıkılan veya hasar gören binalardaki konutlarda oturan ailelerin eşyaları, binaların altındaki işyerleri kullanılamaz hale geldi. Bu vesile ile bir kere daha, İzmir ve çevresinde meydana gelen depremde hayatını kaybeden vatandaşlarımıza Allah’tan rahmet, yaralılara acil şifalar, işyerleri zarar görenlere geçmiş olsun dileklerimizi iletmek istiyoruz.
İzmir yakınlarında iki hafta önce meydana gelen deprem, ülkemizin deprem gerçeğini gözler önüne serdi. Daha önce yaşanmış kayıpların, acı ve gözyaşının, yoklukların, sıkıntıların tekrar hatırlanmasına, alınması gereken tedbirlerin konuşulmasına vesile oldu.
Dünyanın pek çok bölgesinde olduğu gibi ülkemiz de, büyük çaplı depremler üreten fay hatları üzerinde bulunuyor. Bu topraklarda geçmişte olduğu bugün de depremler oluyor, olmaya devam edecek. Bu nedenle dünyanın birçok ülkesinde olduğu gibi ülkemizin, insanlarımızın da, depremlerle yaşamayı, hayatta kalmayı öğrenmesi gerekiyor.
Şöyle biraz geriye doğru gidelim; ülkemizde yakın denilebilecek bir zaman içinde Gölcük depremi, Düzce depremi, Erzincan Depremi, Bingöl depremi, Van depremi, Hatay depremi, Gediz depremi, Manisa depremi gibi hemen akla geliveren depremler olmuş, yıkımlar, mal ve can kayıpları yaşamış. Sonra her zaman olduğu gibi unutmuş gitmişiz. Daha dün yaşadığımız İzmir depremi ve kayıpları da öyle olacak, unutulup gidecektir. Zira on gün bile geçmeden İzmir depremi televizyonların, gazetelerin gündeminden çoktan düştü gitti. Bu depremde olduğu gibi geçmişte de deprem sonrasında yetkililer çıkmış, “yapacağız”,“edeceğiz”,”tutacağız” türünden konuşmuş, atıp tutmuş gitmiş, geriye yarasını sarmaya çalışan gözü yaşlı, bağrı yanık insanlar kalmıştır.
Bir ülkede meydana gelen deprem, yangın, sel felaketi gibi doğal afet ve savaşların bunca kaybedenin yanı sıra bir de kazananları olur. İnsanların acıları, sıkıntıları yoklukları onların kazanç kapısı, para kazanma fırsatıdır. Onları çevrenize bakınca hemen tanırsınız, tefeci, faizci, stokçu, gözünü para hırsı bürümüş fırsatçıdırlar.
Görüyorsunuz, çok iyi bir şeymiş gibi, pek çok şehrimiz için deprem, sel, toprak kayması, yangın, gibi felaketleri alıp alınlarına yapıştırmışız. Pek çok şeyde olduğu gibi öylesine alışmış, kabullenmiş, ders çıkarmamış, hisse kapmamışız. Bunca depremde ölen ölmüş, kalan sağlar kaldığı yerden yamuk, yumuk, eğri büğrü, biçimsiz, zevksiz, çirkin, kimliksiz, kişiliksiz, derme çatma binalar yapmaya devam etmişiz.
Site, blok, apartman gibi çok katlı binalarda, konutlarda yaşama anlayışı bize son iki yüzyılda, fazlaca etkisi altında kaldığımız batının bir hediyesidir. Selçuklu, Osmanlı döneminde görülen saraylar da İran, Bizans ve Roma uygarlıklarının dayatmalarıydı. Zira apartman sözcüğü dilimize Fransızcadan geçmiş ve benimsenmiş bir kelimedir. Apartman birden çok katı bulunan ev anlamına geliyor. Bir de apart otel şeklinde ifade var. Otel gibi kısa bir zaman, birkaç gün kalınacak mekân olarak kullanılıyor. Aynı şekilde hotel, motel ifadeleri de var.
Eski Türklerde konargöçer bir yaşam tarzında otağ, oba, çadır önemli bir yer tutar. Yerleşik hayatta tek katlı evler, konutlar yine sosyal hayatın gereklerine uygundur. Kimi zaman evler birbirine çok yakın, kimi zamanlar hayatın bir gereği olarak birbirine uzak, sosyal dayanışma, yardımlaşma, konukseverlik gibi hasletler ön plandadır.
Ekonomik, sosyal, kültürel, endüstriyel ve geleneksel anlamda bugün yaşadığımız evler zengin, orta halli ve yoksul evi gibi ayrışmış durumdadır. Gönül isterdi ki, kiminin evi cennetten bir köşeyi andırırken öteki böyle yüksek apartmanlara hapsedilmesin. Bu aziz vatan sathında gecekondu ise hiç olmasın!
Ancak ülkemizin gerçekleri karşısında elimiz kolumuz bağlıdır. Ortalama bir kentte ortalama bir apartman katının fiyatı beş yüz, altı yüz bin liradır. İnsanlar çaresiz, mecburen imkânları nispetinde oturuyorlar buldukları evlerde. İnsanımız, deprem yönetmeliğinden ziyade alabileceği evin fiyatına bakıyor hâliyle. Hakikaten korkunç bir gerçekle yüz yüzeyiz!
Ülkemizde köyden kente göçlerde, şehirleşmede, kentsel dönüşümlerde maalesef ilk düğme yanlış iliklendi ve bugünlere gelindi. Şimdi karmaşık bir kıskacın içindeyiz. Cevap bekleyen soru şu: Deprem gerçeğimiz Demokles’in kılıcı gibi ensemizde sallanırken İstanbul, İzmir ve daha nice şehir, muhtemel bir depremde yıkılacak binlerce çürük bina ile doluyken biz ne yapacağız?
Bu sorunun cevabını deprembilimciler, şehir planlamacıları veriyorlar aslında. Ama bir türlü sonuca gidemiyoruz. Biz şimdi çıkmış depremi konuşur, tartışırken öte taraftan her yerde, nehir yataklarında, dere kenarlarında, ovalarda, tarlalarda, bataklıklarda ve meyve bahçelerinde apartmanlar yükseliyor.
Sadece bu mu?
Ormanlar talan ediliyor, oralarda omuz omuza, sırt sırta siteler yapılıyor! İki buçuk kattan fazla imar izni olmayan bölgelerde bile nasıl oluyorsa artık dört katlı, beş katlı, hatta on katlı binalar yükseliyor! Belediyeyi arıyorsunuz, muhatap bulamıyorsunuz, bulsanız ve bu kat farkı nedir diye sorsanız ona da bir kılıf bulunmuş! Belediyesinden belediyesine değişkenlik gösteren kot farkı! Öylesine istismar ediliyor, öylesine kötü maksatlı kullanılıyor ki hakikaten içimiz yanıyor… Üç katlık kot farkı mı olur?
Tamahkârlık kanımıza iliğimize işlemiş.
Kat farkı, kot farkı, rantiye, şerefiye... derken deprem gelip yapacağını yapıyor. Günlerdir içimiz kan ağlayarak takip ediyoruz. Aileler yok oldu, nice çocuk, genç, kadın, erkek feci bir şekilde hayatını kaybetti.
İş işten geçtikten sonra tutuklanan sorumluları, imar izni vermeden, sahtecilikten tutuklamış olsaydık, depremde bu acıyı yaşatamayacak ve yaşamayacaktık.
Özetle, dilimizdeki güzel bir deyimle bitirelim:
“İş işten geçmeden” (adsbygoogle = window.adsbygoogle || []).push({});
Yorum Yazın